Ç ok eskiden beri Orta Asya'da «çalgı» anlamında kullanılan “kopuz” terimi, günümüzde de Türkçe'nin lehçelerinden birini konuşan çeşitli topluluklarda, komıs, kobuz, kobız, kubuz, homıs gibi adlarla, birbirine benzeyen veya benzemeyen çalgılar için kullanılmaktadır. Bu çalgı, Orta, Batı ve Kuzey Asya’da yaşayan Türk boylarında değişik biçimlerde halen yaşamını sürdürmektedir. Anadolu’ya ise tam olarak ne zaman geldiği konusunda kesin bir bilgi yoktur.

Bazı
araştırmacılar bu çalgının, Türk boylarında kutsal sayıldığını ve din adamları tarafından çeşitli ayinlerde kullanıldığını öne sürmektedirler. “Şaman” denilen bu din adamları, ayinlerinde müziği temel alırlar ve iyi birer de şair olup bu çalgıyı da kullanıyorlardı. XII. yüzyıl ve sonrasında orta ve batı Asya’da oldukça yaygın olan bu çalgıyı kullananlar, ”kopuzcu” olarak anıyordu.

Orta Çağda İran ve çevresinde “rebab” ya da “rüd” diye adlandırılan bu çalgı, “kopuz” adıyla en geç XV. yüzyılda Osmanlı müziğinde kullanılmaya başlamıştır. Ancak Anadolu’ya, göçler, gezginler, ozanlar ya da akınlar kanalıyla taşınarak bu tarihten çok daha önce geldiği sanılmaktadır. Anadolu’ya gelen akıncılar arasında çok tutulan ve sevilen “kopuz”u Evliya Çelebi, bir tür kahramanlık (serhad) çalgısı olarak tanımlamaktadır. Kopuzcular, hem savaş sırasında yaşanan öyküleri söz ve müzikleri dile getirirken hem de barış zamanı eğlencenin unsurlarından biri olurlardı. Sapında perde bulunmayan kopuz, “tambur”da da kullanılan sert bir mızrapla çalınmaktaydı. Ancak parmak ve yay kullanılarak çalındığı da oluyordu. Yay ile çalınanlarına “Kıl Kopuz”, mızrap ile çalınanlarına ise “Kopça Kopuz” denildiği de olurdu.

Her ne kadar «kısa telli lavta» türünden bir çalgı sayılıyorsa da kopuzun sapı, “ud”un sapına göre bir hayli uzundur. Bu
özelliğiyle sonraki dönemin Türk “lavta”sına benzer.